SEKSENALTI MODEL MERSEDESTEN YÜKSELEN ŞARKI
Fatih TEZCE’nin kaleminden..
Aslında gökten düşen benim gözyaşlarımdı.
Fakat herkes yağmur zannediyordu, bunu da bir tek ben biliyordum.
Çatlamış toprakların arasına düşüyordu gözyaşlarım.
Bir ihtiyarın elindeki çatlamış damarın kalınlığı gibi oluk oluk akan gözyaşı giriyordu toprağına uslu ve sessiz.
Bir yandan da mısır tarlalarının yorgunluğu gözlerimin yorgunluğuna yaslanıyordu.
Şu karşımda miskin miskin kıvrılarak yatan ırmağın laf dinlemez dalgalarına anlattım seni.
Şehrin iki yakasında konaklamış gündüzün beyazlığını ben hep senin yüzüne benzettim.
Köpüklerini ince kumlarla kurulayan şu denizin laf dinlemez martıları da dinlemeden geçip gittiler beni.
Şimdi gökteki avare dolanan bulutla bir ben kaldım senin bakabileceğin gözlerinin önünde.
Mor kapılı küçük bir köy bakkalının veresiye satan peşin satan levhasının hemen yanındaki kırmızı kurdeleyle bağlanmış kalın bir çerçevenin içini mekân edinmiş fotoğrafını ilk defa gördüğümde, mahalle bakkalının hemen önünden geçen asfalttan ilçe yoluna simsiyah bir çizgi bırakarak giden seksen altı model mercedesten nikâhına beni çağır sevgilim şarkısı çalıyordu.
Dizlerimde rüzgârı, sırtımda güneşi, gözlerimde bulutları ben taşıdım senden habersiz.
Bozkırın ortasında bağlama sesiyle yolunu bulmaya çalışan patika yolları gibi oldum o anda.
Bir yanımda fındık tarlalarında yaşlanan göçmen çocuklar, diğer yanımda deniz kokusunu burnuma kadar taşıyan lodos ve mersedesten yükselen bu şarkı: nikâhına beni çağır sevgilim…
Şarkının sesi yükseldikçe güneş yere çömeldi.
Ay uslu uslu yıkanıp çıktı denizden ve saçları yeni taranmış bir çocuk gibi süzüle süzüle yükseldi göğe.
Sonra akşam oldu işte.
Nereye gitsem diye geçirdim içimden.
Kendi kendime sorular sormaya da başladım böylece.
Tarla yolunu takip ettim, tarla yolu da beni takip etti.
Ben kendimi ayak izlerimden tanırım.
Toprak ise kendini kokusundan tanıyor.
Uzaktaki köylerin ışıkları yeni gelinler gibi utangaç yanmaya başlamıştı.
Gözlerime doğru saldıran bu ışıkları elimin dışıyla alnımın üstüne ittim az ileriye doğru.
Bakış yönümüzü değiştirdim. Seni aldım şimdi gözlerimin önüne.
Hâlâ köy bakkalının mavi kapısıyla gözlerini yan yana getirmeye devam ediyorum.
Toprak yolda yolunu kaybeden su birikintisi gibiyim.
Bir o toprağa bir bu toprağa vuruyor gibiyim başımı.
Aklıma Fuzuli’nin su kasidesi geliyor.
Hem su hem ben başımı vuruyoruz toprağa.
Elimdeki radyoya karşı kıyıdaki Ukrayna radyosunun sesi karışıyor.
Bir heyecanla bulmaya çalışıyorum frekansı.
Sonra Mamak radyosu sonra polis radyosu sonra TRT Trabzon radyosu giriyor araya.
Uzaklaştırıyorum hepsini radyodan.
Ve işte o türkü: Zahide’m kurbanın olam…
Bu anı herkes gördü.
Utanıyordum.
Seni ilk defa o mahalle bakkalında gördüğümde nasıl dizlerim titriyorsa şimdi de suçluymuşum da yakalanmışım gibi ellerim titreyerek radyonun sesini kıstım.
Ama senin içimdeki sesini aradan geçen bunca yıla rağmen hiç kısamadım:
“Zahide’m gurbanın olam”